Türkiye’de basın özgürlüğü ve haber alma hakkı mücadelesine dayanan 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nü geride bıraktık. Dün Anayasa Mahkemesi’nin(AYM olarak anılacaktır) 11/10/2023 tarihinde vermiş olduğu internet yoluyla yapılan yayınları, haberleşmeyi ve internette işlenen suçlarla mücadeleyi düzenleyen 5651 sayılı Kanun’da(İnternet Kanunu olarak anılacaktır) yapılan birtakım tartışmalı düzenlemenin iptaline ilişkin kararı Resmi Gazete’de yayınlandı. Söz konusu kararın ifade ve basın hürriyeti ile özellikle hızla gelişen internet gazeteciliğine ilişkin önemli bulduğumuz noktalara geçmeden önce 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nün nereden ve hangi mücadeleler neticesinde ortaya çıktığını hatırlamak yerinde olacaktır.
Tarihler Ocak 1961’i gösterirken Türkiye’nin fiilen idaresini ele almış Milli Birlik Komitesi; Basın İlan Kurumu’nu kuran 195 sayılı Kanun ve 5953 sayılı Basın Kanunu’nu değiştiren 212 sayılı Kanun’u kabul ederek askeri müdahale öncesinde basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki siyasi baskılara karşı gazeteciler başta olmak üzere fikir işçilerini koruyacak önlemler öngörmüştür. 212 sayılı ve 195 sayılı Kanunlar’ın Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmesiyle dokuz büyük gazetenin yönetimi, yasayı ve Milli Birlik Komitesi’ni boykot amacıyla 10 Ocak 1961 tarihinde bir ortak bildiri yayınlayarak gazete çıkarmayacaklarını duyurmuşlardır. Bunun üzerine gazetelerde çalışan basın emekçileri, İstanbul Gazeteciler Sendikası önderliğinde 11-12-13 Ocak 1961 tarihinde kendi imkanları doğrultusunda “BASIN” adıyla gazete çıkararak bünyelerinde çalıştıkları gazetelerin yönetimlerini eleştirmişlerdir. Tarihimizde “Dokuz Patron Olayı” olarak geçen bu süreçteki kazanımlar sonrasında 10 Ocak günü “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kutlanmaya başlanmıştır. Ne var ki bir askeri müdahalenin sonucu olarak bu Kanun’daki basın özgürlüğü adına devrimci kazanımları kapsayan düzenlemeler, 1971’de yine bir askeri müdahale sonrasında geriye doğru gitmiştir. Bu gerilemeye nispetle 10 Ocak günü bayram değil gün olarak değişim göstermiştir. 11 Ocak 1961 günü Abdi İpekçi’nin yazı işleri müdürü olduğu Basın Gazetesi’nin başyazısı şöyle sonlanır:
“Temel hak ve hürriyetlerimizin gerçekten kısıtlandığı, yalnız basının değil bütün memleketin gerçekten eşi görülmemiş bir tehlikenin içine sokulduğu günlerde bile gazetelerini kapatmayan ve protesto yoluna gitmeyen gazete sahiplerinin, şimdi bir ilan kurumu için yaptıkları bu hareket, basın tarihimizde herhalde şerefli bir yer kaplamayacaktır. Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye benzemez. Basın bir kamu hizmetidir.”
Siyasal iktidar, ister demokratik sivil bir yönetimde olsun isterse fiili bir askeri rejimde; basın, egemenliğin üç unsurunu da kamunun yararına kendine özgü biçimlerde denetlemeye yetkilidir. Bu anlamda “dördüncü kuvvet” olarak basın; kitleleri yönetmek için gerçeğin örtülmesi yahut çarpıtılmasına muhtaç olan egemenlerin halka karşı sorumluluklarını gerektiği gibi yerine getirmeye zorlamakta vazgeçilmez bir kuvvettir.
Teknolojik ve tarihsel gelişmelerle paralel olarak basın kavramının içeriği de hızla genişlemiş ve çeşitlilik kazanmıştır. Basın denildiğinde 19. Yüzyılda yalnızca basılı süreli ve süresiz yayınlar akla gelebiliyorken 20. yüzyılda basının kapsamı genişleyerek içine radyo ve televizyonu da almıştır. 21. yüzyıldaysa artık basın terimi yerine daha kapsayıcı olduğu varsayılan medya terimi kullanılmaya başlamıştır. Medyanın içeriğine -geleneksel kitle iletişim araçları sayılan gazete, dergi, radyo ve televizyona ek olarak- internet ortamından yapılan yayınlar da dahil edilmiştir. Bu gelişmenin yansıması olarak internetin haberleşmede kullanımının yaygınlaşmasıyla yayın faaliyetlerinin düzenlenmesi noktasında yürürlükteki mevzuat yetersiz kalmıştır. Sorunun giderilmesi amacıyla 2007 tarihinde 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun(İnternet Kanunu) kabul edilerek yasalaşmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere bu kanun, interneti bir “suç mahalli” olarak görmekte ve internete şüphe ile yaklaşmaktadır. Nitekim yasanın tartışıldığı ve yürürlüğe girdiği dönemden günümüze değin internetten haberleşme ve yayın etkinliklerine ilişkin yasal düzenlemelere değişik toplumsal kesimlerce tepki gösterilmiştir. Bu tepkilerde internetin, sanal özgürlüklerin sınırsızca yaşandığı gerçek dünyadan bağımsız bir ütopyanın devlet ve yasalar aracılığıyla ortadan kaldırılacağı endişesi bulunduğu varsayılabilir. Bunun yanında ne yazık ki İnternet Kanunu ile getirilen düzenlemeler ve devamındaki değişiklikler, düşünce ve ifade özgürlüğünü internet aracılığıyla çağın gerektirdiği ölçüde genişletecek güvenceleri sağlamak yerine giderek interneti yasakçı ve baskıcı bir ortama çevirmektedir. Başlarken söz ettiğimiz AYM’nin iptal kararının; düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün internetteki görünüş biçimlerine yapılan müdahalelerin anayasaya uygunluk yönünden denetimini sağlamayı amaçladığı görülmektedir.
AYM’nin; İnternet Kanunu’nda içerikten çıkarma ve erişimin engellenmesi gibi ağır tedbirler getiren birtakım tartışmalı değişikliği öngören 7253 sayılı Kanun’un bazı maddelerine dair iptal kararı, hem Tavşanlı Sulh Ceza Hakimliği’nin Anayasa’ya aykırılık itirazına hem de CHP grubunun kanundaki değişikliklerin Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasına dayanmaktadır. Değişikliklere ilişkin aynı konuyla ilgili soyut ve somut norm denetimi taleplerinin bulunduğunu gözeten AYM dosyayı birleştirerek ele almıştır. Bu durumdan Kanun henüz kabul edilmeden ifade ve basın özgürlüğü yönünden ağır ihlallere yol açacağının öngörülebilir olduğu ayrıca Kanun’un uygulanmasıyla bu ihlallerin sistematik biçimde yaşanmaya başladığı yorumu rahatlıkla yapılabilir. Nitekim AYM’nin iptal kararının öncesinde verilmiş içerikten çıkarma ve/veya erişim engellenmesi kararlarının ifade ve basın özgürlüğünü ihlal ettiğine dair pilot başvuru usulüyle verdiği 27/10/2021 tarih ve 2018/14884 E. sayılı Keskin Kalem Yayıncılık ve diğerleri Başvurusu kararı da mevcuttur. İptal kararında da sıklıkla işaret edilen bu bireysel başvuru kararı ile AYM yasamayı Anayasa ve hukukun gerektirdiği düzenlemeleri yapması hususunda uyarmıştır. Adı geçen bireysel başvuru kararının §137 paragrafında şöyle denilmiştir: “Yukarıdaki değerlendirmeler çerçevesinde, derece mahkemelerinin 5651 sayılı Kanun'un 9. maddesi kapsamında verdikleri sistematik bir sorunun varlığına işaret eden aynı yöndeki kararlarının doğrudan kanun hükmünden kaynaklandığı dikkate alındığında benzeri yeni ihlallerin önlenmesi için ülkemizde hâlihazırda işleyen mevcut sistemin yeniden ele alınması ihtiyacı ortadadır…” Paragrafın devamında ise yapılması gerekli düzenlemelerle ilgili yasa koyucuya özetle şu hususlarda hatırlatmalar yapılmıştır:
i. Erişimin engellenmesi ve içerikten çıkarmayı düzenleyen kural öngörülebilirlik ilkesine uygun olmalıdır
ii. İnternetin sınırlandıran kurallar dar yorumlanacak biçimde öngörülmeli ve acil bir toplumsal ihtiyacın gerekli kıldığı şu durumlara özgülenmelidir. Bu amaçla;
- 9. madde İnternet Kanunu’nun amaç ve kapsamına uygun biçimde düzenlenmelidir,
- 9. maddenin sağlayacağı kişilik haklarının korunmasına ilişkin sağlayacağı koruma sınırları netleştirilmeli ve her haksız fiilin değil ancak belli bir ağırlık ve üzerindeki fiillerde bu usule başvurulması öngörülmelidir
iii. Erişimin engellenmesi usulünün hukuki niteliği düzenlenirken;
- Ceza muhakemesi usulüne uygun olacak biçimde bir koruma tedbiri biçiminde öngörülmelidir
- İnternetin doğası gereği kamu makamları, tedbirinin alındığı her durumda soruşturma açmak ve çelişmeli bir yargılama yürütmek zorunda değildir.
- İnternet ortamının doğasından kaynaklanan zorluklar nedeniyle mevcut usulleriden bağımsız usul oluşturma ihtiyacı haklı olmakla beraber keyfiliği önleyecek usulî güvenceler de getirilmelidir.
iv. Erişimin engellenmesi tedbirinin yargısal usuli güvencelerini içerdiğinden söz edilebilmesi için şu hususlar göz önünde bulundurulmalıdır:
- Kişilik haklarının ihlali iddiasına dayanan tedbir kararlarında taraf teşkili kendiliğinden sağlanacağından bu tedbirin denetiminde tarafların adil yargılanma hakkına riayet edileceği bir sistem oluşturulmalıdır.
v. Tedbir kararından itibaren bir içeriğe süresiz olarak erişime engelleneceği için ağır bir müdahale aracıdır dolayısıyla bu tedbire son çare olarak başvurulmalıdır. Ayrıca tedbire başvurmadan önce etki değerlendirmesi yapılması, ölçülülük ilkesine uyulması ve son olarak alternatif yöntemler öngörülmelidir.
Bu değerlendirmelerine karşın yasama organı tarafından herhangi bir uygun düzenleme yapılmaması üzerine bu tedbirin yukarıdaki nitelikleri taşımadığından bahisle AYM bu tedbiri düzenleyen 9. maddenin iptaline karar vermiştir. İptal kararında bu bireysel başvuru kararında belirttiği hususların yanında özellikle internet gazeteciliğinin basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü yönünden önemine vurgular yapmıştır. Örneğin kararın §97-98 paragrafında “Dava konusu kurallar, internet ortamında yapılan yayınların içeriğinin yayından çıkarılabilmesine ve/veya bu yayınlara erişimin engellenmesine imkân tanımak suretiyle ifade özgürlüğünü ve bu yayının internet haberciliği kapsamındaki bir yayın da olabileceği gözetildiğinde basın özgürlüğünü sınırlamaktadır. / Anayasa’nın 13. maddesi gereğince böyle bir sınırlamanın kanunla yapılması, Anayasa’da öngörülen sınırlama sebeplerine, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olması gerekir.” denilmiştir. Kararın devamındaysa söz konusu tedbirlere ilişkin erişimin engellenmesi ve içerikten çıkarma kararlarının değerlendirilmesi ve bu tedbirlere itiraz merci olarak yine sulh ceza hakimliklerinin öngörülmüş olmasından ötürü tedbir kararlarının yetersiz gerekçelerle veya gerekçesiz verildiği, bu kararlara itirazların ise gerekçesiz biçimde reddedildiğine ve hakimliklerin kararlarda keyfi hareket etmesini önleyecek mahiyet taşımadığına işaret edilerek bu durumda adil yargılanma ilkelerine uyulmadığına dikkat çekilmiştir.
AYM kararının önceki yakın tarihte kamuoyuna yansımış yargıdaki yolsuzluklara ve yozlaşmaya dair haberler de hatırlandığında AYM’nin iptal kararının 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde Resmi Gazete’de yayınlanmış olması daha da önem kazanmaktadır. Bu haberlerde özetle; İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar’ın Hakimler ve Savcılar Kurulu’na(HSK) gönderdiği kendi sorumluluğundaki adliyede gerçekleştiğini iddia ettiği rüşvetle verilen usulsüz erişimin engellenmesi ve içerikten çıkarma kararlarını anlattığı ihbar ve şikayetler aktarılmıştır. Kısa süre sonra mektubun içeriğini doğrularcasına BirGün gazetesinden Timur Soykan’ın yapmış olduğu bu haber hakkında da erişimin engellenmesi ve içerikten çıkarılmasına hükmedilmiştir.
Sonuç olarak Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğünün gelişimine bakıldığında ne yazık ki teknolojik gelişmelere zıt şekilde ifade biçimlerinin çeşitlenmesi ve yaygınlaşmasıyla beraber özgürlük alanının genişlemesi gerekirken bu alandaki teknolojik gelişmelerin özgürlüklerin kısıtlanmasının aracı haline geldiği görülmektedir. Matbaanın Anadolu’ya gelmesi ve basının ortaya çıkmasından kısa süre sonra son derece katı sansür uygulamalarına rastlanmıştır. Bu kısıtlamaların karşısında ise ifade ve basın özgürlüğü mücadelesinin sonucunda tarihsel kazanımların kazanıldığı da göz ardı edilemez. Örneğin Osmanlı’nın ilk Anayasası 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin tekrar yürürlüğe girdiği ve II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 24 Temmuz 1908’de gazeteciler artık yazılarını sansür kuruluna göndermemeyi kararlaştırarak örgütlü bir meşru direniş sergilemişlerdir. Sonradan 24 Temmuz tarihi Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Basın özgürlüğünün temini için II. Meşrutiyet’in ilanı da yeterli olmamıştır. Zira Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte her ne kadar 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye’de 1876 tarihli Kanun-i Esasi’yle aynı şekilde “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir ve neşredilmeden teftiş, muayeneye tabi değildir.” denilmiş olsa da Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki zorlu koşullarına dayanarak olağanüstü yönetim usullerine başvurulduğu yerlerde ve dönemlerde sansür fiilen uygulanmıştır. Tek parti döneminin sonrasında çok partili demokratik düzene geçilmesiyle siyasi iktidar el değiştirmiştir. Yeni siyasi iktidarın sahibi Demokrat Parti de kısa bir süre sonra basın üzerindeki baskıyı arttırmış ek olarak Devlet’in elindeki radyo başta olmak üzere kitle iletişim imkanlarını kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullanmıştır. Demokrat Parti döneminde basın yoluyla işlenen suçlara özgü bir kanun çıkarılmasıyla basın üzerinde baskı yoğunlaşmıştır. Bu kanun son derece muğlak fiillere çok ağır yaptırımlar öngörmektedir. Nitekim özgür basından rahatsızlık duyan Demokrat Parti, iktidarda olduğu dönemde kendine muhalefet sergileyen çok sayıda gazeteye ve yazarlarına ağır baskılar uygulamıştır. Bu dönemde basın özgürlüğünün ve gazeteciliğin omurgası niteliğindeki ispat hakkının Ceza Kanunu’na dahil edilmesi meselesi Demokrat Parti’nin bölünmesine ve Hürriyet Partisi’nin doğuşuna yol açmıştır. Bu dönemin akabinde 27 Mayıs 1960 tarihli askeri müdahale sonrasında da dönem dönem basın üzerindeki baskılar olmuştur.
19. ve 20. Yüzyılda basına yönelik baskı biçimlerinden olan yayın toplatma, sansür mekanizmaları, yazarlara yönelik yargısal tacizler biçim değiştirmiş halleri ile 21. yüzyılda da süregelmektedir. AYM’nin iptal kararına konu olan içerikten çıkarma ve erişimin engellenmesi tedbirleri bu çağın yayın toplatması veya yasaklanması uygulamaları ile benzerlik göstermektedir. Çağ dışı kalmış bu gibi yöntemlerle özgürlüklerin kısıtlanması Türkiye kamuoyunun ve halkımızın düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün önünde önemli engeller olarak durmaktadır. Bu engellerin aşılması tarafsız, objektif ve meslek etiğine uygun habercilik yapan gazetecilere ve gazetelere destek olmak suretiyle yurttaşlık ödevimizi yerine getirmekten geçmektedir. 12.01.2024
Emeğinize, kaleminize sağlık.