Muska
Ağarahim Borçalı`da sadece bir gece kaldı. Bu da iş miydi şimdi? Bu gün gel, yarın dön. Hiç değilse, üç dört gün Bakü’nün kalabalığından, gürültüsünden uzak olsaydı. Borçalı’nın “kaymak” gibihavasını solusa, “bal” gibi tatlı suyundan içseydi. Ağarahim hevessiz “Ciguli”ye binerken kayınvalidesi ona gitmesin diye ısrar etti.Ağarahimi’in eşi Pervane hanım onu yerine cevap verdi: “Gitmesigerek, Pazartesi Üniversitede olması lâzım, akşam şubesi öğrencilerine sınav yapması gerek...”Sağında ve solunda küçük, gri tepeler gördüğünde Ağarahim,arabada yalnız başına gitmenin ke kadar zor olduğunu anladı.Arabada yalnız gitmek işgence gibiydi. Geldiğinde çoluk çocuk biraradaydı ve o zaman buralar bu kadar gri, kimsesiz, eğri, dolanbaç durmuyordu, asfalt insanın gözünü yormuyordu. Geldiğindetekerleklerin sesi duyulmuyordu, ama şimdi... Sese bakar mısın?Sanki çağlayandı, insana uykuya daldıracakmış gibi ninni söylüyordu.Ağarahim daha gitmesi gereken dört yüz kilometreyi düşündüğünde, sıkılmaya başladı. O an sıkılarak giderse daha çok daralacağını fark etti. Kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı. İçindenboş vermek gerektiğini söyledi. Altında ceylan gibi “ Cigulu”si vardı. Dörtyüz kilometrenin lafı mı olurdu? Kaldı ki, yalnızlık... Onunda çaresi var. Radyoyu aç, ses gelsin, ya da teybi çalıştır, ne kadaristiyorsan söyler o senin için. Anam babam teybi ne için aldın, şuJapon işi teybe bin manat ne için verdin?Ağarahim teybin ucuna takılmış kasedi parmağıyla içeriyedoğru itti ve şarkıcı kadının sarhoş adam sesine benzeyen boğuk,yorgun sesi aracın salonuna dolup, tekerleklerden kopan ses çağlayan sesini batırdı.Ağarahim teybin kapağındaki kasedi parmağıyla içeriye ittiğinde türk kadın sanatçının, erkeksi,kalın sesi arabanın içinde dönerek tekerleklerden gelen sesi batırdı.Benim gönlüm sarhoştur -yıldızların altında.Sevişmek, ah, ne hoştur -yıldızların altında.Yanmam gönlüm yansa da,Ecel beni alsa da,Gözlerim kapansa da -yıldızların altında.Şarkıyı dinlerken Ağarahim`in düşünceleri dağıldı. Evet ya...Bakü’deki üç odalı dairesinde tam tamına bir ay yalnız kalacaktı.Bir ay ne karısının yüzünü görecek, ne de kızının. Kendi kendinehizmet edecek: çay demleyecek, çorba kaynatacak, evi derleyiptoplayacaktı. Tamam, arada sırada abisine gidecek, ama bu bileonu yalnızlık acısından kurtarmayacak.Ağarahim evlendikten bu yana her yaz bu durumu yaşıyordu.Pervane lisede öğretmendi, dersler bitince çocuğu da alıp ailesininyanına gidiyordu, Ağarahim de Bakü’de tatil gününü bekleyerekgeçiriyordu, Eşiyle çocuğu bu kez trenle gitmedi, Ağarahim onlarıyeni aldığı “Ciguli”de götürdü. Araba iyi bir şeydi, vallahi; neredeistiyorsun dur, dinlen, bekle. Günün hangi zamanında istersen binaracına, çek istediğin yere: dağa, bağa, ormana ... Ama Pervane’ningarip bir huyu var: gencecik kadın olmasına rağmen, gezip tozmayahiç hevesli değildi. Pervane nereye dese Ağarahim onu oraya götürüyordu. Yurtdışına bile götürüyordu. Sağolsun kardeşi Ağakerimtatil ayarlamak onun elinde çok da zor bir iş değildi. Tüm kapılarınardıbna kadar açılması için bir kez araması yeterdi. Ama maalesefPervane Borçalı’dan başka yeri beğenmiyordu. Hem de, “Yaşlılarıngözü yolda, bizden baska da kimseleri yok zaten. İki ay onların yanında kalmamız bile yeterli”, diyordu.Eşinin sözleri Ağarahim’in aklına yatıyordu. Gerçekten de,yılda iki ay kadar bir süre içersinde bile olsa Borçalı’dakı yaşlılarıavutmak sevaba da giriyordu, üstelik kulu da sevindiriyordu. Amaşimdi Ağarahim bir karar verdi. Artık karısının isteklerine teslimolmayacaktı, Ağustos’un sonuna kadar Boçalı’da takılıp kalmayacaktı. Eskiden arabası yoktu, eli kolu bağlı gibiydi, şimdiyse şükürler olsun arabası da vardı, parası da. Borçalı’da bir, iki hafta kalması yeterliydi, sonra çoluk çocuğunu “Ciguli”ye dindirip geziyegötürecekti. “Anam, babam arabayı neden aldım, niye onca paraverdim? Pervane’nin de akrabaları artık bir zahmet affetsinler bizi,ben de artık içimden geldiği gibi yaşamak istiyorum.” Ağarahim ciddi bir sorunu kafasında çözmüş bir adam rahatlığıyla derin nefes aldı. Kafasında dönen düşüncelerle bir baktıki, Gazah’a varmış. İlerideki uçak heykeli gün ışığında öylesineparlıyordu ki, sanki, uçak değildi bu, doğmuş kanatlı bir güneşti. Ağarahim bu uçağı ilk pilotun anısına yücelttiklerini biliyordu.Sağ olsunlar Gazahlılar, işle güçle uğraşmalarına rağmen, ölmüşyiğitlerini dahi unutmuyorlar. Anıtın başlanğıcında yol ayrımı vardı. Sola dönen yol geniş, asfalttı, ta Gazah’ın içinde giriyordu vebu yol Ağarahim’i Bakü’ye götürüyordu. Sağa taraf ayrılan yol köyyoluydu, bu yolda uzakta ot kümesine benzer bir şeye vardı, amayaklaşınca, bunun samanlık değil, yük aracı, arkasına ot yüklenmişbir araç olduğu anlaşıldı.Yol ayrımına varınca Ağarahim teybi kapattı, hızı azalttı, ayrımın başlangıcında durmuş aracın yanından geçerken ani bir sesduydu: “Ciguli” sallandı, sağ yandan ön kapının camı kırılarakkoltuğun üzerine döküldü, Ağarahim bu sesten, bu sallanmanınsebebini anlamasa da, daha sonra belinden ağrı koptu, sanki böbreklerine bıçak saplandı. Eli- ayağı titredi. Freni güçlükle çekerekarabadan bir şekilde indi.“Ciguli”nin sağ taraftan önü bozulmuştu, ön kapı eğilip içerigirmiş, sağ fenerse kırılmıştı. Ağarahim korkudan kalbine inecekmiş gibi titreyerek kamyona doğru baktı. Bir genç, zayıf bir çocukdonup kalmıştı. O kadar zayıftı ki, avurdu avurduna geçiyordu. İnsan o ince, siyah bıyığını görmese onu çocuk sanırdı. Ağarahim’inbelindeki ağrı hâlâ dinmemişti, sıtmaya yakalanmış gibi kolları,bacakları hâlâ titriyordu: Boğazı düğümlü:“Naptın, kardeşim?”, dedi. O an, sesinin ağzının içinde boğulup kaldığı düşüncesine kapıldı. Ama adam onun sorusunu duymuştu. O da sesi titreyerek:“Bilmeden oldu amca, vallahi görmedim.”, dedi.Adamın gözleri ya doğuştan böyle büyücekti, ya da korkudanbüyümüştü. Ağarahim onun gözlerinin büyük olduğunu düşündü.Ağarahim’in zorlandığı zamanlar olmuştu, korktuğu zamanlar bileolmuştu. Fakat, hiçbir zaman beli böyle canı yanarak ağrımamıştı.Böbreklerinin bu tür ağrıdığı, sırtının bu tarz zonklayarak ağrımasıilkti. Sırtındakı ağrı nefesini kesiyordu. Ağarahim “Ciguli”nin yanıbaşında ağrıdan yere uzanmak istiyordu, gücsüz kalan bedenininne olursa olsun dinlendirmeğe ihtiyacı vardı. Ama, çocuğa benzeyen bu gücsüz gencin yanında işte bunu gururu kaldırmıyordu. Nedesin, ne konuşsun hiç bilmiyordu. Ağzına geleni mi söylese acaba, tekme tokat dalsa, dövse mi? Neydi bu böyle, nasıl bir kazaydı?Bu ot dolu araba nerden çıkıverdi birden, şeytana benzeyen bu itoğlu it nerden çıktı?Tirtir titrerken birden aklına Pervane’nin sözleri geldi.Pervane defalarca onu, “Arabada muska filan bulundur, nazardeğse, kazadan, belâdan korur seni”, diye tenbihlemişti onu. Fakat, Ağarahim nazara, nazar boncuğuna, büyüye filan inanmıyordu, ama Pervane’nin uyarısını kaale almadığı için şimdi pişmanolmuştu.Ağarahim içindeki titremeyi belli etmemek için nefes alışlarınıayarladı.“Kör müydün? Arkandan geldiğimi görmüyor muydun? ”, dedi.Genç adam yutkunarak.“Görmedim, vallahi. Bu gerizekalı arabanın arka tarafı gösteren aynası yok. Ot ta izin vermiyordu. Bir an dönmek isteyince....”adam cesaretini topladı. Ağarahiman’e yaklaşarak: “Şükür çok ciddi bir durum yok”, dedi. Aracın berbat hâle gelen kapısına baktı:“Düzelir, yeter ki, ölüm falan olmasın”, dedi. Ağarahim çevreye bakındı. Böyle kullanışlı bir yolda kimse gözükmüyordu. Olsa, hiçdeğilse Ağarahim’in tarafını tutardı, onun günahsız olduğunu filansavunurdu.Genç de Ağarahim gibi çevreye filan bakındı, sonra büyücekgözlerini gözlerini Ağarahim’in yüzüne dikti:“Amca, polis filan gelmeden kaybolalım hemen burdan.”, dedi.Ağarahim kafasını salladı.“Polis çağıralım.”Genç yalvarmaya başladı:“Vallahi arabanı yaptıracağım. Darbe aldığı belli olmayacakbile. Tüm masrafları da karşılayacağım.”Bu “Ciguli”nin daha önceki “Ciguli” olmayacağı fikri aklınageldiğinde Ağarahim`in damarlarında kanı akmamaya başladı.Ağarahim öfkesini bu pörtlek gözlü adamdan çıkarmak istedi. Bağırmak istedi, fakat neden sesinin kısıkçıktığını bir turlu anlayamadı. Kendi gücsüzlüğünden, acizliğinden bıkan insan gibi ağlamaklıoldu.“Neyi yaptıracaksın? Mahvettin arabayı. Benim yarın Bakü’deolmam gerek. Ne yapacağım ben şimdi ?”Adamın yüzünde mahzun bir ifade oluştu, gözlerinden korktuğu belli oluyordu ve bu gözler dile gelip dedi ki, “döv, söv, vur,öldür”, haklısın.”Genç çekinerek:“Gidelim. Hemen bugün yaptıracağım. Seni de gece bizzat bengötüreceğim Bakü’ye.Ağarahim’in susması çocuğu biraz da cesaretlendirdi.“Kurban olurum, amca. Zaten benim bir sürü sorunum var. Birbelâdan yeni yeni kurtuldum. İkinci belyla uğraşmamın sana nasıl bir faydası olacak ki? Gidelim mi polis falan gelmeden? Gençyük dolu araca bindi. “Peşimden gel!”, dedi. “Takma kafana, vallahi hâllolacak.” Ağarahim uykudan yeni kalkmış, nerde olduğunukestiremeyen insan gibi sersemdi. Çim arabasının peşinden gidipgitmemem konusunda kararsızdı. Beklese mi acaba? Ama neyibeklesin? Belki de polisler akşama kadar hiç buraya gelmeyecek.Belki, bu şeytana benzeyen çocuk “Cigulu”yi sahiden yaptıracakmıydı? Polisi beklemek gereksizdi? Ağarahim’e yeni bir araba alacak değildi ya?Ağarahim “Ciguli”ye bindi. Neden bindiğini kendisi de anlamadı. Çocuğun peşinden gitmek istemiyordu. Ağarahim ateşle suarasında kalan hastalıklı adama benziyordu, ama ateşin hangi tarafta, suyun hangi tarafta olduğunu bilmiyordu.Çim arabası yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Ağarahim arabanın arkasından baktı, deminkinden daha fazla korktu, “İt oğlu it, kaçıpgidiyor galiba”. Çim aracı durdu, çocuk kafasını kabinden çıkarıpAğarahim’e el salladı ve Ağarahim “Ciguli”yi köy yoluna doğru çevirdi...Neredeyse birbirine bağlı iki üç köyün içinden geçtiler. Sonraana yoldan çıkıp, dar toprak yola döndüler. Köyün adının yazılmışolduğu demir levha köşedeki direğe monte edilmişti. Ağarahim birbakış atarak demir levhadakı yazıyı okudu: “Alpoud.” Ağarahimnefes alarak kafasını salladı. “Adı Alpoud olan köyün insanları nasıldır kim bilir? “Alpoud nedir yahu?”Geniş sokaklı, çitleri ağaçtan filan yapılmış bahçeye girdiler. Çocuk kabinden iner inmez direksiyan başında kala kalmışAğarahim`e yaklaştı.“ Hoş geldin, kardeş”, dedi, sonra yüzünü eve taraf dönerekseslendi: “Anne, misafirimiz var!”Ağarahim çocuğun yöneldiği yöne bakarak arabadan indi.Evin balkonunda yatağın üzerinde yaşlı, kilolu bir kadın oturuyordu. Kadın yanındakı eşarbı alarak başını kapadı.“Kurban olurum ben o misafire”, diyerek zar zor yataktan indi.İhtiyar kadın bir yaşlı erkek vasatlığıyla yürüyordu. Uzun, genişeteği onun daha kilolu gözükmesine sebep oluyordu. Ağarahim`inyanına vararak el uzattı, selâmlaştı, nefessiz kalarak: “Yavrum, hoşgeldin”, dedi.Ağarahim kafasını salladı. Tanımadığı insanlarla merhabalaşmaya mecbur değildi. Bu kaza olmasaydı dünyada “Alpoud” adlıbir köyün varlığından belki de hayatı boyunca habersiz kalacaktı,şeytasuratlı bu çocuğa da raslamayacaktı, beyaz gömleğinin altından karın kasları belli olan, sarkık göğüslü bu kadını da görmeyecekti ve bunlar olmadan da rahatca hayatını devam ettirecekti. Buinsanlarla aynı yerde, aynı alanda yaşamakla baska bir kıtada, mesela Afrika’da yaşamak arasında çok ta büyük bir fark yoktu.Kadının yüzü esmerdi, yuvarlaktı - erkek yüzünü andırıyordu- bir gözü yarıya kadar beyaz perde ile kaplıydı. Öncekinden dahasakin bir sesle:“Eve geçsene kurban olduğum”, dedi.Ağarahim dudağının arasında mırıldandı. Kadın eve doğru giderken:“Gelin, hey! Bir sandalye getiriver misafire!”, dedi.Gelin elinde sandalye odadan çıktı, sanki deminden sandalyealıp içeride hazır bekliyordu. Sandalyeyi az daha koşarak getirerekarmut ağacının gölgesinde bir yere bıraktı ve hemen eve döndü.Yabancıyı böyle ağırlama Ağarahim’in hoşuna gitmedi. Ağarahim bakışlarıyla şeytan suratlı çocuğu aradı. Çocuk çim araçınınyanında durarak dalğın dalğın sigarasını pöfürtüyordu. Yanında üçdört yaşında bir kız çocuğu duruyordu. Kız keten kumaştan yapılmış oyuncak bebeği göğsüne sıkıp çocuğu süzüyordu, ama gencgaliba, onu görmüyordu. Kızın nereden çıktığını, nereden geldiğiniAğarahim de görmemişti, ama şimdi kızı düşünmenin hioç sırasıfalan değildi. Acelesi vardı. Aracı yaptırmak gerekti.Genç adam sigarayı yere atarak ayakkabısı ile ezdi. Yakınlardayem yemekte olan tavukların üzerine yürüdü. Tavuklar, ayrılarakkoştular. Ahırın arkasında saklandılar. Çocuk hâlâ onların peşinden koşuyordu.... Az sonra her elinde bir piliç belirdi.Ağarahim’in dili, dudağı kurumuştu, içinde sanki ateş tütüyordu, hem de bu ateş çoktan-araç kaza yaptığı andan itibaren tütüyordu ve Ağarahim’in göğsünecayır cayır yakıyordu.Çocuk piliçleri kestikten sonra Ağarahim:“İçecek su var mıdır, biraz..?”, dedi.Gencin büyücek gözleri parladı.“İçecek de var. İsterseniz yıkanmak için de.”, dedi. Koşa koşagiderek sürahiden bir bardak su koyup getirdi.Ağarahim yüzünü yana dönerek suyu hızla içti. Su sanki içindeki koru söndürerek süzülüp gitti ... Yine içe bilirdi, istemedi. Bardağı çocuğa geri verince içinden, “sağol” demek geçse de demedi.Genç adam utanarak sordu:“Adın ne, amca?”Gencin “amca” demesi Ağarahim’i hiç mi hiç memnun etmiyordu. Ağarahim içinden gelmese de, adını söyledi. Çocuk bu tanışmadan çok memnunmuş gibi gülümsedi:“Benim adım da Binnet”, dedi. “ Sen dinlen burada, ben ustaaramaya gidiyorum... İnşallah köyde bulurum onu. İşinin eri, oyüzden hep koşturmaca içersinde. Sürekli oraya, buraya götürüyorlar. Bozuk arabaların anası. Kendi yapar, kendi boyar. Çok becerikli bir usta. Ağarahim inanmadı. “Alpoud” adlı köyde beceriklibir ustanın olacağına inanmıyordu.Çocuk balkona çıktı. Ahşap yatağın üzerinde uykuya dalmayaçalışan kadına bir şeyler söyledi. Kadın vaveyla çekerek elleriyledizlerini dövdü. Genç adam balkondan inerken sabırsızlıkla:“Hemen kızma anne, bilerek yapmadım ya.”, dedi.Binnet dışarı çıkınca Ağarahim armut ağacının gölgesindekisandalyede oturuyordu. Avluya bakınca avlunun çok büyük olduğunu gördü. Avlunun açık tarafında kış balkonundan ve eskiahırdan başka yapı yoktu. Evin önünde kocaman, ucu gözükmeyenbahçe, bahçeninse içersinde çeşitli ağaclar vardı. Çiftliği andırıyordu. “ Bu kadar büyük bir bahçesi olan insanın muhtemelen parasıda çoktu. Tavuğa, pilice bak hele bir, say say bitmez. İnek, manda,köyün, küzü da var. Fakir değiller bunlar.”Gelin üstüne küçük, temiz sofra serilmiş sehpayı Ağarahim’inönüne koydu. İnce belli bardakta çay getirdi. Bir kez bile olsun kafasını kaldırmadı, gözünün ucuyla da olsa, Ağarahim’in yüzünebakmadı. Ama Ağarahim gizlice ona baktı ve “Alpoud” adlı bir köyde böyle güzel gelinin olduğuna inanmadı. Esmerdi gelin. Dudaklarının rengi olgunlaşmış kirazı andırıyordu. Parlak, ışıl ışıl gözlerivardı. Tezcanlıydı, yürüdükce göğüsleri kabarıryordu.Gelin, kış balkonunun önünde çömelib çolpaları yolurdu. Ağarahim yan taraftan ona bakarken iç geçirdi. “Eğer bu güzel kadınBinnet’in karısıysa, yazık... O şeytana benzer herifin nesine tutulmuş ki?” Ağarahim’in aklına kendi eşi geldi. Zaten esmerdi rengibiraz da morardı.” Keşke onu dinleseydim, keşke arabada bir tanemuska buldursaydım. Hiç değilse diken miken...”Küçük kız “Ciglunu”nin yanında durup ağlıyordu. Elindekioyuncak bebeği göğsüne bastırmıştı. Gelin işini yarm bırakarakçocuğun yanına gitti. “Cigulu”nin ön kapısını yavaşca açtı. Çocukhemencecik süstü, arabaya binerek direksiyonun arkasında oturdu. Ağarahim’in sinirleri tepesindeydi. “Sanki, dedlerinden kalmışyahu.”Ağarahim çaya dokunmadı. Sıkıldı. Kalkıp “Ciguli”ye yaklaştı.Araç gözünden düşmüştü. Bakmak dahi istemiyordu ona. Çocuğa baktı. Kız bebeği dizinin üzerine koymuştu. İçerisi sıcaktı amabuna rağmen sessizce öylece oturuyordu. Çocuk biraz Binnet’ebenziyordu, hele hele gözleri; kocaman, büyük kirza kadar. Kestane renkte, kısa saçları yavru kuzunun tüyü gibi kıvırcıktı. Dizininüzerindeki oyuncak bebek de ilginç bir bebekti. Ağarahim hayatıboyu böyle oyuncak bebek görmemişti. Beyaz ketenden kafa yaparak küçük bir tahtaya monte etmişlerdi. Kocaman, sivri kafanınortasında siyah kurşun kalemle ağız, burun, kaş göz çekmişlerdi.Bebeğin omuzları yoktu - her omuz yerinden bir çift kol sarkıyordu - üzerine el kadar, etek giydirmişlerdi. Nedense Ağarahim, bukomik bebeğin dudakları olgun kiraza benzeyen o gelinin yaptığınıdüşünüyordu.“Nerelisin, anam, babam?”Ağarahim ani sesten irkilir gibi oldu. Hemen geri döndü; şişman kadın onun arkasında zar zor nefes alarak duruyordu. Ağarahim:“Bakü’lüyüm”, dedi.“Çalışıyor musun?”“İnşaat Üniversitesinde öğretmenim. Fizik öğretmeni ...”“Allah esirgesin seni.” Kadın galiba ayakta durmaya zorlandı.Ellerini yere yaslayarak çayırlıkta oturdu. “Anan, baban hayattamı?, dedi.“Ağabeyim var.”“ O da mı çalışıyor?”Ağarahim:“Evet”, dedi. Bu cevabın yetersiz olduğunu, bu şişman kadınınonun kardeşinin öyle herkese muhattap olacak biri olmadığını anlasın diye devam etti:“Üst görevde çalışıyor”, dedi.“Allah daha üstleri nasib eylesin!”Ağarahim anladı ki, bu şişman kadın ona bir şeyler söylemekistiyor. Bir niyeti var bu kadının yoksa sürüne sürüne, şişman vücudunu sürükleyerek avlunun o ucundan bu tarafına gelmezdi.“Evli misin, yavrum?”“ Evet. Bir de çocuğum var. Beş yaşında ...”İhtiyar kadın “Ciguli”ye taraf bakarak iç geçirdi.“Şansı yok Binnet’in. Körtalih bu adam. Doğduğundan beribaşı hep belâda. On yaşına kadar hastalık filan. Ölür diyorduk,yaşamaz.Ama ölmedi. Ölmedi ama adam akıllı da büyüyemedi.Sütten keşik oldu. Kurban olduğum Allah. İllaki bir bildiği var....Elâlemin çocuğu okdu, iş güç sahibi oldu. Bu derse de yatkın olmadı. Önünde de bir baba yoktu ki, dövsün, sovsun okutsun. Binnetbeşindeydi babası göçüp gittiğinde. Çiflikte çalışıyordum. Şafaksökmeden işe gider, güneş batınca dönerdim. Ağarahimbirden nedüşündüyse Binnetvin yaşını sorduş Kadın içinde bir şey hesaplıyormuş gibi duraksayarak:“Büyük oğlum Efendi kırkında, Onun küçüğü kız. Şimdi köyde. Evlendi. Kocaya giti. Dört çocuğu var. Kız, Efendi’nin üç yaşküçüğü. Kızla Binnet’in arasında üç yaş fark var.Ağarahim’in hesabına göre Binnet otuz beş yaşındaydı. “Cüceye bak, benden üç yaş büyük ama bana amca diyor. Minyon diyegenç duruyor.” Koca gökyüzüne dönerek ah çekti. Ağarahim kadının yarıya kasar beyaz perde inmiş gözünün kaybolduğunu vemuhtemelen ne zamansa diğer gözünün de kör olacağını zannetti.“Bunları yarı aç, yarı tok büyüttüm, yavrum. Şimdi emekli oldum, ayda iyirmi üç manat maaş alıyorum. Onu vermeseler dahigeçiniyorum. Benim masrafım ne kadar ki? Efendi çiflikte traktorşoförü. Evi ayrı, beni de unutmuyor. Allah benim ömrümden alsın, ona versin. Kızdan da razıyım. Ancak bu çocuk...İhtiyar kadınbaşındakı yemenisinin ucuyla gözünün yaşını sildi. Bacaklarımdaromatizma var.Can havlindeyim. Bu çocuk ta diğer taraftan ömrümü yedi, bitirdi”, dedi.Kadının derdini, sitemini dinleyecek hâli yoktu Ağarahim’in.Kalbinin yumuşayacağından, Binnet ve acıyacağından korkuyordu. Kadından uzaklaşmak istedi. Fakat kadın onun niyetini anlıyormuş gibi burnunu çekip konuşmaya devam etti:“Bir yerde tutturamıyor çocuk. Gah çiflikte çalıştı, gah demiryolunda. Sonra Efendi alıp götürdü yanına, traktör kullanmayı öğretti ona. Ordan da kaçtı. Uzun süre serseri serseri dolaştı. Askeregitt, orda şoferlik okudu ... Döndüğünde çiflikte eski bir araç verdiler. Akıllanmıştı, işiyle uğraşıyordu. Büyüdü sandık, evlendirdik.(Kadın kafasıyla balkondakı gelini işaret etti.) O helâl sütemmişialdık ona. Bir kızları doğdu. Şu senin arabadaki... Gelin ikinci çocuğa hamileyken Allah Binnet’e belâ gönderdi. Arabayı devirdi.Kaza yaptı. Esnaf kandırmış. Çocuk da genç ya heves etmiş, lahanayı doldurmuş araca, sürmüş taaaa Ermenistan’a doğru. Kurbanolduğum Allah ta gözden çıkardı sanki bunu.Araba uçmuş derenindibine kadar. Esnaflardan birinin kolu kirkiti, birinin bacağı sakatlamıştı, kendisininse burnu dahi kanamadı. Binnet’i tutukladılar,Bir yıllık aldılar içeri. Çocuk içeriye düştükten sonra gelinin gözündeki yaş dinmedi. Sabah akşam ağlayıp duruyordu. Naptıysak sakinleşmedi. O kadar üzüldü ki, sonunda çocuk ölü doğdu, üstelikzamanından da önce. Hem de erkek çocuk...”Ağarahim balkonda sırtı dönük kurcalanan geline baktı ve gelinin ondan nefret ettiğini düşündü. Bir “Merhaba” bile der, misafiri “buyur” ederdi. Galiba bu şişman kadın da ondan nefret ediyordu. Belki de, onu Allah’ın gönderdiği ceza filan sanıyor. Ağarahimaz kalsın kadına dönerek “Anne, ben suçsuzum, günahım filan yok,kötü biri de değilim ben. Eğer kötü biri olsam, polis çağırır oğlunupolise verirdim.”“Hapisten yeni çıktı gariban. Çok yalvardık ondan sonra çiflikeski püskü bir traktör verdi ona. Araç da zaten eski. Her tarafı yapıldı. Bazen bozuluyor, günlerce yapılmıyor. Sabah erkenden Binnetdedi ki, “Anne buğun pazara gideyim de ineğe, mandaya ot falanalayım. Dedi gitmi çocuğum, içime estyti ya başına bir şey gelecek,belâ da peşini bırakmıyor zaten. Gitti, böyle oldu. Gece de kötürüya görmüştüm. Şimdi ne yapacak, nasıl edecek bilmiyorum. Parası, pulusu yok ki onun... Ağarahim’in sabrı hepten tükendi. Zaman geçti. Güneş bu evin avlusundan uzaklaşarak dağın tepesinedikilmişti. Güneş. Az sonra diğer dağın arkasına çekilecekti.Kadın kocaman, kütüğe benzeyen bacaklarını sürükleye sürükleye eve doğru gidiyordu. Galiba içini boşaltmıştı. Ne demek gerekiyorsa, misafire demişti. kalbini boşaltmışdı ne demek gerekiyorsa, demişti misafire. Artık gerisini misafir biliyordu, bir de onun Allah’ı...Tüte tüte, horlaya, gürleye avluya bir “Moskiviç” girdi veAğarahim’in yanında durdu. Binnet araçtan indi:“Şükürler olsun, Ejder’i buldum”, dedi.Ejder “Moskviç”in kapısını açarak bacaklarını salladı. Öyleceoturduğu yerde Ağrahim’e bakarak yüz yıllık arkadaşmış havasıylagülümsedi ve Ağarahim, Ejder’in ön tarafta toplam üç tane dişininolduğunu gördü: İkisi alta, biri üstte. Alnı kırışıktı, avurtları batıktı. Maviye benzeyen, baygın gözlerinde sinsi bir tebessüm vardı. Oda minyon olduğu için Binnet gibi onun da yaşını kestirmek imkansızdı. Binnet ona taraf koştu.“E insene, be Allahsız!”Ejder kapıdan tutarak kalktı. Ağzında buz varmış gibi dilinizorlukla oynattı.“Misafirimiz, hoş gelmiş.” Öne doğru yürüyerek Ağarahim’e eluzattı:“Sıkma canını kardeş, ben hemen....”Burnuna votka kokusu geldiğinde Ağarahim neden Ejder’inöyle konuştuğunu anladı.Ejder:“Oğlum, araç bu mu?”, diyerek “Cigulu” ye taraf yöneldi.Binnet çocuğu arabadan indirdi, koltuğa dökülmüş cam kırıklarını temizledi.Ejder bir elini beline koyarak dikkatlice “Ciguli”ye baktı. Ağarahim de onun “Moskviç”ine. “Moskviç” çürümüştü. Paslıydı.Nearka koltuk vardı, ne de kapıların camı; Muhtemelen yolda yürürken içeride “yeller esiyordu.” Ağarahim`in gözü Ejder’i kesmedi.Onun iyi bir usta olmasına Ağarahim inanmadı. “Alpoud” adlı köyde becerikli bir usta olacağına inanmadı.Ejder “Ciguli”nin darbe almış tarafına geçince dikkatlice arabayı gözden geçirdi daha sonra Binnet’e dönerek:“Oğlum, o kadar da ciddi bir şey değil... Valla bak, şimdi bununcanına okuyacağım.”, dedi ve çayırlıkta iki bacağını uzatarak oturdu. Dur bu sig.. sigaarayı içeyim... Bir “Aurora” yaktı.Ağarahim arkasını Ejder’e çevirerek Binnet`ve fısıldadı:“Bu galiba sarhoş.” Sanırım, keflidi bu.“Bu salağın sarhoş olmadığı zamanı yok ki. Şarap fabrikasında işçilik yapıyor, hergün hergün içiyor. Aman e kadar içerse içsinhep bilinci açık. Tezcanlı adam kaç kişinin işini az sürede yapar,“yoruldum.” demez. Çok becerikli bu, çok. Sen merak etme, bir saate kalmaz yapar bitirir.”Ejder sigarayı içine çekip dirseğine yaslandı. derin inhâlasyonalıp çayırlığa dirseklendi.“Lan!..Binnet! Bu benden mi bahsediyor yoksa? Doğru... sarhoşum... öyle mi? Oğlum, ben Ejder’im ya...Bir kova içerim.. ama...kurşunu iğneneden geçiririm. Misafire söyle, yumruğunu göğsünevurdu, “Ben Ejder’im.” Binnet gülümsedi:“Dedim yahu.”“Haydi git, bir kova su getir, ciğerim yanıyor.”Binnet su getirmeye gitti: Ejder parmağını diliyle ıslatarak sigaraya bastırdı. Sigarayı omuzu üzerinden atarak, direğine yaslanarak yerden kalktı.“Kardeş, sen merak etme. Ejder’in olduğu yerde. Yepyeni yapacağım aracını... Yeniden doğmuş gibi... Binnet benim akrabam,biliyor musun? Ne iş yapsam, tek kuruş almam... Akraba akrabadan para almaz... Para ne ki oğlum? Çenesini kaşıyarak “Ciguli”yebaktı, Sonra kafasını çevirerek köyün çıkışındaki dağa baktı. “Şudağı görüyor musun?”, dedi. “Onun adı “Göyezen” Duydun mu?..Ucunun nasıl dik olduğunu gördün mü? Mızrak gibi. Hep çıkayımoraya diyorum zaman bulamıyorum bir türlü.Binnet’in getirdiği suyu Ejder çenesine, göğsüne dokerik keyifle içti. Ağarahim dudaklarını yaladı, ama su istemeye utandı.Ejder:“Ya Allah!” diyerek ayağa kalktı. “Moskviç” in yük kısmındanpaslı bir levye çıkardı. Sanki yıllarca dokunulmamıştı, yıllarca yağmurun altında, çamurun içinde kalmıştı. Tahta çekiç çıkardı. Dizlerini yere koyarak, kolu “Ciguli”nin ezilmiş kanadının altına düşürdü. Bir çekti, iki çekti,diğer taraftan tahta çekiçle bir vurdu, ikivurdu ve ezik kanat kırılarak bir karış uzunluğunda delindi. Ejderdurdu.“Peeh! N’oldu la buna?, dedi. “Lanet olası kâğıttan sanki... Niyedelindi bu yahu?”Ağarahim sinirli sinirli Binnet’e baktı. Araç kaza yaptığında hiçbu kadar üzülmemişti, kızmamıştı. Az daha ejder’in kolundan tutup oteye itecekti. Ejder kenara çekildi. Levyeyi, çekici yere attı.“Oğlum, ellerim niye titredi benim? Binnet “sudan” biraz getirbakayım.”Binnet tekrar eve taraf koştu, Ejder de yeniden çayırlıkta oturdu.“Düzelecek, sabırlı ol!”, dedi. O delinmiş yere aldırma. Yapacağım yepyeni olacak. Ben hep kocaman arabaları yaptım. Küçük araçhiç yapmadım. “Moskiviç” filan... “Cigulu” ilk kez yapıyorum... Düşünme şimdi.... Ejder’in olduğu yerde keder de neyin nesi?”, dedi.Bunları derken galiba Ağarahim’den çok kendisini teselli ediyordu.Binnet bir elindeki ağzına kadar votka dolu kalın bardak, digger elindeki domatesi Ejder’e verdi. Ejder bardağı bir eline aldı, domatesiyse öteki eline. Dudakları titreyerek bardağa baktı.“Elli iki yaşında. Otuz iki yıldır bununla arkadaşlık yapıyorum.Lan ben şu ölümlü dünyada o “Göyezen”in tepesine çıka bilecekmiyim? İçimde kalır.. orda içmem lâzım.” Sonra gökyüzüne baktı: “Allahım, anam, babam sana kurban olsun affet Ejder’i. ZatenEjder’in suçu yok, biliyorsun. Olsa da, küçük günahlar, onları daiçmeyenlere yükle.Ejder bardaktaki votkayı yarıya kadar içti, ağızını ekşiterek domatesi ısırdı, galiba çiğnemeden yuttu.Binnet utandığı için Ağarahim’in yüzüne bakamıyordu. Ejder’iövmüştü, Ejder’e güvenmişdi, meğerse, Ejder’in de becerdiği işlervarmış. Binnet içinden, Ejder’e güç diliyordu ki, Ejder de onu bubelâdan kurtarsın.Ağarahim’in Ejder’le uğraşmıyordu, kızgınlıkla Binnet’e bakıyordu. Bu nedir Allah’ım, beni kimlerle muhattap ettin?” Ejdersaten ceketinin önünü açarak, kemikleri çıkmış göğsünü kaşıdı.Atleti bile yoktu. Kaburgaları gözüküyordu, karnı neredeyse belineyapışmıştı.“Ya Allah!”, diyerek Ejder ayağa kalktı.Ağarahim, Ejder’in “Ciguli”ye yaklaşmaya cesaret etmediğinigördü.Ejder levye ile, çekici alarak:“Başladık”, dedi., ama tam da başlayamadığı hissedildi.Ağrahim onu bu belâdan kurtardı.“Gerek yok.”Sanki Ejder’in omuzundan birkaç yıldan beri tırmanmak istediği “Göyezen” dağı kadar yük kalkmıştı, ama o yine de oralı olmadı, şaşırmış gibi gözükmek istedi.“Neden kardeş? Bırak da yapalım.”Ağarahim öfkesini bastıramadı.“Beceremediğin işi neden üstleniyorsun?, dedi. Arabayı dahamahvettin. Binnet’e döndü: “Kocaman adamsın! Adam ol biraz!Zamanımı niye alıyorsun sen burda? Sana kötülük mü yapmamıistiyorsun?. Kötülük yapmaya da gücüm var!” Binnet mahzunmahzun bakan büyücek gözlerini dikerek öylece kaldı.“Kötülük niye kurban olduğum? Hataydı oldu işte. Kardeşimehaber gönderdim. Gelsin de bakalım napıyoruz.”“Yarın Bakü’de olmam gerek. Anlıyor musun?”“Ustaya ısınamadıysan götür Bakü’de yaptır maliyeti neyse ordan burdan bulur da veririm.Ağarahim arabanın ne kadar masrafının olacağını bilmiyordu.Fiyat söylemekten korkuyordu. Ya dediği ücret yetmezse?”Ama dedi:“Bin manat!” Ağarahim Binnet’in yüzüne bakmadı, şeklininşemalinin ne hâle geldiğini bilemedi.Ejder levyeyi, çekici yere attı.“İnsaf yahu, bin manat ta ne?“Ya ne sandın? Yepyeni araba, daha dört ay bile olmadı aldığım.”Ejder kafasını salladı.“Oğlum, Allah korkun yok mu senin? O kadar parayı sokaktanmı buluyoruz?”Söz Ağarahim’in ağzından çıkmıştı, o kadar. Pazarlık yapacakhâli yoktu.Son kararını dedi:“Bin manat!”Ejder saten ceketinin önünü ilikleyerek balkona çıktı. Karyolanın üzerinde şişman kadınln yanında oturarak ellerini uzata uzata,jestle konuşmaya başladı.Binnet başını eğmiş Ağarahim’in önünde donmuş tavuk gibiduruyordu, pöfürdeterek sigara içiyordu.Bir süre sonra kafasınıkaldırarak korka korka sordu:“Amca, anlaşalım mı?Ağarahim pazarlığa son vermek için sesini yükseltti:“Son kez!”Avluya kısa boylu, kilolu, al yanaklı bir adam girdi. Saçı sıfır tıraştı. Kollarını Binnet’e zerre kadar da benzemese bile, Ağarahim’iniçine Binnet’in Efendi dedikleri kardeşi bu olduğu hissi doğdu.“Hoş geldin, yavrum”, diyerek adam Ağarahim’in yumuşakelini taş gibi katı, sert elinin içinde sıktı. “Niye burda ayakta duruyorsun?” Balkona dönerek: Anne, misafire böuyle mi hizmet ediyorlar?! Sofranız, yiyecek, içecek nerde?!” Adam ağarahim’in elinibırakarak balkona taraf giti. Ejder kafasını sallayarak Efendi’yebir şeyler söyledi. Kadın elini dizine çırparak üzüldüğünde galibaEfendi sinirlendi.“Allah’ını severseniz acgözlülük yapmayın, birileri ölmedi ya!”, dedi.“Balkondakı masayı tek başına kucağına alarak avluya indirdi.Çabuk olun, açlıktan geberdik vallahi. Lan, bu gelin nerde?”Gelin koşarak içeriden çıktı.Gelin içeriden koşarak çıktı. Efendi onu görünce yumruğunumasanın kenarına vurdu. Gelin tekrar geri döndü. O an Ağarahim,bu evde Efendi’ye saygının olduğunu, onun bir dediğini iki etmediklerini, sözünü dinlediklerini anladı.Gelin bembeyaz sofra getirip masanın üzerine serdi.Efendi Ağarahim’i çağırdı:“Yavrum, gel buraya. Bakıyorum da bunlar bugün sana bayağıbir çektirmişler. Deminden beri sessizce duran Binnet’e dönerek:“Git Ejder’in sazını getir de birazcık çalsın, dinleyelim.”, dedi.Balkon önce soğuktu. Güneş semt değiştirmişti.... sıcak değildi...Ağarahim çay içerek düşündü ki, iyi ki, Efendi geldi. Efendi’ningelişiyle Ağarahimin’in tedirginliği geçmişti. İçinde nedenini kendisinin de anlamadığı bir güven, umut oluşmuştu. Arada Efendi’ninkan daman yanaklarına, kalın kaşlarına, çatlamış kalın parmaklarına dikkat ediyordu ve böyle insanın dağı bile dağ üzerine koyabileceğine, vicdanına, adil davranacağına, dar gün dostu olacağınainanıyordu. Efendi’nin gözleri parlıyordu ve Ağarahim’in kalbiniışıkla, umutla dolduran da, galiba, bu nurdu. “Kaç yıldır çiftliktetraktörcülük yapıyor, yani bunun evinde bin manatı da mı yok?”Binnet sazı masanın kenarına dayamıştı, deminden beri ağzından bir tek kelime bile çıkmamıştı. Konuşan Ejder’le Efendi idi.Birçok konudan bahsettiler-ölenden, kalandan-sadece “Ciguli”kazası dışında, her şeyden konuştular, “Bin lira konusundan hiçbahsetmiyorlardı.Gelin masaya derin tepside piliç kavurması, bir dolu sürahi dekırmızı şarap getirip koydu, bir şişe de votka. Sofrayı düzene soktuktan sonra hayâlet gibi kayboldu.Efendi bardaklara şarap koymaya başladı.“Kardeş, sen bir şey yedin mi bugün?, dedin. “Geber e mi, içmekten bir hâl oldun, geberip gideceksin, muradına bile ermeden. Yükün de bize kalacak. Cesedini Göyezen’ekaldırmak var, mezarına da bir bir kova şarap dökeriz artık. Ejderellerini birbirine çarptı.“Hey, kuraban olduğum, şayet senden önce ölürsem dediğingibi yap.”Efendi bardağını kaldırdı.“Şunu da içelim, misafir kardeşin şerefine! Hep varolsun! Bardaktaki şarabı üç dört yudumda içip bitiridi.Efendi kafa işareti yaparak izin verdikten sonra Binnet bardağıaldı. İçti, ama sonrasında ağzına bir şey koymadı.Ağarahim açtı, fakat sanki boğazı kapanmışt, lokmasını bilegüçlükle yutuyordu. Efendi’nin ne zaman konuyu açarak, “Rahatol, yemeğini ye, parayı düşünme, bin manat ne ki, bak cebimde.”,demesini bekliyordu. Ama Efendi bir turlu bu konuyu açmıyor,misafirin kim olduğunu nerden gelip nereye gittiğini sormuyordu.Ay doğmuştu. Balkondaki lambaya gerek yoktu. Ay ışığındaher şey net gözüküyordu.Binnet sık sık kalkarak evin arka tarafına geçiyordu. Ağarahimilk önce Binnet’in lavaboya gittiğini düşündü. Fakat sonra, evin diğer tarafından yükselen dumandan Binnet’in kardeşinin yanındasigara içmekten çekindiğini fark etti.Ejder sazı kalıbından çıkararak göğsüne bastırdı. Başını sazıntahtasına koyarak gözlerini kapattı...Ağarahim saz müziklerini pek sevmezdi, yıllarca duymasabile aklına gelmezdi. Ama şimdi Ejder’in şevkle çalısı onu hayrete düşürmüştü. Sözün bu kladar içten, sızlayarak bir şeyler anlatabileceğine inanmıyordu. İçmekten avurtları çökmüş, bir deri, birkemik kalan bu adamın simlerden bu kadar muhteşem ses üretebileceğine inanmıyordu. Nedense, Ağarahim’in aklına kızı Pervane geldi. İçini merhamet kapladı.Ağarahim’in gözleri Ejder’in parmaklarındaydı, Binnet’in degözleri Ağarahim’in yüzünde. Şimdiye Ağarahim’e iyi bakmamıştı, şimdi bakıyordu. Baktığında,, Ağarahim’in tertemiz tras edilmiş yüzünün ne kadar şefaf olduğunu gördü. O kadar şeffaftı ki,sanki yıllar yılı güneşe çıkmamıştı.Ağarahim’in saçları simsiyahtı,yoğundu, dalğa dalgaydı. Gözleri elaydı. Kadın gözleri kadar güzeldi. Omuzları genişti, uzunboyluydu; parçalasalar ondan üç taneBinnet çıkardı.Üzerindeki gömlüğin kolalı boynuna bakınca, hayatıda bu ladar güzel ütülü, kolalı gömlek giymediğini düşündü.Ağarahim yakışıklıydı. Binnet içinde Allahv bu kadar yakışıklı aamın içinin de yüzü kadar güzel olup olmadığını sordu. Acaba, buyakışıklı adam onun parasına muhtaç mıydı? Yani, bu adam onunyüzünden mi yolundan kalmıştı? Kendi kendine:” Yarabb, bundakiyakışıklılık bende olsaydı keşke, yüz tane arabam olsaydı, yüzünüde çarparak parça parça etseydim, gıkım bile çıkmazdı. Bu şehirlikuzusunun içinde insaf denen şey yok muydu? Ben ona bin manatzarar vermedim ki, neden “bin manat” diye tutturdu ki.” Ejder başını kaldırdı, ama gözlerini açmadı.“Efendi, kurban olduğum sen bir dinle hele, bu şarkı “GöyezenGüzelleşmesi”dir, kendim yaptım”, dedi ve yeniden çalmaya başladı. Birkaç mızrap vurduktan sonra durdu. Sazı kalıbına sokarken:Yahu felek, ben şu Göyezen’e ne zaman çıkacağım?”, dedi. Hiç kimse konuşmuyordu.Zaten sofrada konu da uymuyordu.Ejder bardağının dibinde kalmış şarabı da bir çırpıda yutarak ağzını şapırdattı.“Oğlum, Efendi, şu bin manatı nerden bulacaksın yahu?”Efendi ona kızdı:“Sus yahu! Ülkeyi dert almadı ya. Ölümden baska her şeyeçare var. Yeter ki, sağlık olsun, geride kalan her şey düzelir.” Elinisıfır kesilmiş saçlarında gezdirip çektikten sonra gülümsedi.“Oğlum, Ejder senin araç kaça gider?” Ejder omuz attı.“Bir de şuna araç mı diyorsun, yahu? Köpeği bağlasan bununiçinde barınmaz, durmaz da ben oturuyorum.” Baygın bayğın bakan gözlerini Efendi’nin biraz da kızarmış yüzüne dikti. “Sen de hele, nereden bulacaksın bin manatı?”Ağarahim titremeğe başladı, sanki onu çırılçıplak soymuş, bakıyorlardı. Keşke susalardı, keşke bu konuyu onun yanında tartışmasalardı. Konuşacak baska konu yok muydu sanki?Ejder coşmuştu.“Yahu, Binnet’in evindekileri çıkarp satsan bin manat çıkmaz.Bin manat, az da para değil ki?”Efendi de coştu.“Ağzımı açtırma benim! Binnet’in bir ineği var, iki danası var!Benim de evimde hâlı filan var! Binnet’in bir ablası var ki, kaç erkeğe bedel. Muhtemelen o da yardım eder. Elimizde ne var çıkarıpsatarız. Ancak misafir kardeşin biraz beklemesi lâzım.Ağarahimiçinde: “Beklerim. Sabah erkenden Enstitüye acil telgraf çekerim.Gecikeceğim hakkında bilgileri olur”, dedi. Ejder Binnet’i dürttü:“O zaman anneye söyle peynirli hingal (mantı tarzıyemek:Çevirmen) yapsın. Sabah erkenden kalkıp yeriz.” Bakışlarını Ağarahim’in yüzüne dikerek: “ Peynirli mantı yedin mi, yavrumdedi?”Ağarahim kısık sesle:“Borçalı’da yemiştim”, dedi.Ejder kafasını salladı.“Yeryüzünde ... Gazah hingalının bir eşi daha yok. Ama bir şartla; yanında kızılcık votkası olmalı... Ben gidiyorum, çoluk çocukbabalarını görsün. Babaları öldü falan sanmasınlar...” Yumruğunugöğsüne vurdu. Ben Ejder’im.... Bana Ejder derler! O Göyezen’intepesine... Efendi! Dedednin mezarına yemin olsun ki, emekleyeemekleye bile olsa çıkacağım oraya!” Ejder avludan çıktıktan sonrasesi yoldan geldi:“Ben Ejder’im, Ejder’im.. Ejderrrrrrrrrr!”Efendi, Ağarahim’in kolundan tutarak kenara çekti.“Kardeş, uzan, rahat uyu. Nasıl dediysen öyle de olacak.Ağarahim:“Bana kızmayın... Siz bilirsiniz de.. Yepyeni araba.. kızmayın...”,dedi.“Niye kızalım, yahu? Asıl sen bize kızma. Sen bizim yüzümüzden... İçin ferah olsun... Sabah hingal de yedirteceğiz, parası da bizden. Haydi sağlıcakla kal, yavrum. Hayırlı geceler. Ben gideyim.”Ağarahim’in isteği üzerine onun yatağını dışarıda yaptılar.Odadan çelik yatak çıkartıp, armut ağacının dibine koydular. Gelin, yorgan döşeği düzene sokarak uzaklaştı.AZERBAYCAN HİKÂYE ANTOLOJİSİ 59Ağarahim yatağa elbiseleriyle uzandı, ayakkabılarını bile çıkarmadı. Bitkin, yorgun olduğunu, tüm canının sızıldadığını şimdi hissetti. Beyni de ağırlaşmıştı, ama uykusu gelmiyordu. Başkazaman olsaydı Ağarzhim belki de dışarıda, ağaçların altında uyumanın tadını çıkarırdı, şimdi gözlerini berrak gökyüzünde dolaşanyıldızlara dikerek kulaklarındaki uğultuyu dinliyordu.Kocaman köyde sessizlik hakimdi, sanki köy derin bir kuyunun dibine gömülmüştü. Ahırın önünde hayvanlar bazen kuyruklarıyla bellerini şapırtmasa, Ağrahim etrafta ins cins olmadığnı sanırdı.Köyde değil, ıssız bir çölde olduğunu sanırdı. Anırdı ki, ıssızbir çölde kalacak, sabah olmayacak, güneş te doğmayacak. Ağarahim de burda aynen böyle uzanarak kalacak, altın gibi parlayan,şu yaldızlı yıldızların altından çıkamayacak. Ağarahim iç çekerekdiğer tarafa dönerek uzandı. Bahçede ibibik öttü, diğeri de ötekitaraftan onun sesine ses verdi. Ağarahim yatağının içinde doğrularak kuşların yarışını dinledi. Sonra doğrularak balkona taraf bakındı. Şişman kadın orda- tahta yatakta uyuyordu. Yorganı da başına kadar çekmişti... Ağarahim gecenin sakinliğine zıt mırıldamayabenzer bir ses duydu. Bu kuş sesi değildi. Bahçeden de gelmiyordu.Balkondan geliyordu.Ağarahim’in kulakları sükutu da duyabilecekderecede gerildi. Birisi ağlıyordu. Hıçkırığını içinde tutuyormuşgibi, için için ağlıyordu. İhtiyar kadın kıpırdamıyor, olduğu gibi,taş gibi yerinde yatıyordu. Ama Ağrahim onun ağladığını varsaydı. Acaba, neden ağllıyordu ki?... Sabah Binnet ineği de, mandalarıda pazara götürecek, Efendi evindeki hâlıları satmaya götürecek,kim bilir ucuza filan da satacaklardı. İhtiyar kadın bu yüzden miağlıyordu acaba? Belki de ağlamıyordu. Ağarahim’e öyle geliyordu.Ağarahim tekrar sesi dinlemeye koyuldu. Evet, vallahi de ağlıyordu, billahi de ağlıyordu. Bakkk, kıpırdadı... artık ağlamıyor... duvara taraf döndü... tekrar ağlamaya başladı...Ağarahim şimdi bu avluda, bu evde, kıvırcık saçlı kızdan baska kimsenin uyumadığını düşündü.Belki de, kapısı kapalı o odadaBinnet’le güzel karısı da sırt üstü uzansalar da düşünmekten gözlerine uyku girmiyordu. Kim bilir gözlerini tavana dikmiş öylecebakıyorlardır. Bakıyor ve susuyorlardır.Binnet sigaraları ardardaiçiyor, güzel karısı da ağlıyordur. Olgunlaşmış kiraza benzeyen dudaklarını ısırarak içinde Ağarahim’e beddua, lanet yağdırıyordur.60 AZERBAYCAN HİKÂYE ANTOLOJİSİBelki de içinden: “İnşallah, karın ölü çocuk doğurur.”, diyordur.Ağarahim bir an korktu. Sanki, gökyüzündeki yıldızlar kızıltaslara dönüşerek onun tepesine yağıyordu. Ağarahim içinde dayanılmaz bir acı hissetti. Ömründe ilkkez kardeşine danışmadanbir şey yapmak istedi. Korktu. Sanki gökteki yıldızlar kırmızı taşlara dönüp Ağarahimin tepesine döküldü. Ağarahim canında, içindedayanılmaz bir acı duydu. Ömründe ilk kez kardeşine danışmadanbir şey yapmak istedi. Ağarahim içindeki heyecanla yavaşca yataktan kalkarak “Ciguli”ye taraf gitti...“Ciguli”evin önüde yavaş yavaş yol aldığında ihtiyar kadın yatağından sıççrayarak oturdu. Ağarahim onun gözlerinin şaşkınlıktan büyüdüğünü gördü...Ayın beyaz ışığında yolun çukurları da görünüyordu. Gökyüzüne yavaş yavaş beyaza benzeyen şafak sökmeğe başlamıştı.Sabahın nemli havasında “Ciguli”nin camları ıslaktı. Kırık camdanhızla içeriye dolan ayaz Ağarahim’in yüzünü kasıyor,içine garip birürperti dolduruyordu.Kanatlı aya benzeyen gümüş uçak anıtının yanına - aracınkaza yaptığı yere varınca Ağarahim saatine baktı. Dörttü. SonraAğarahim’in koltuktaki bir şey Ağarahim’in gözüne değdi. Alıpbaktı: kıvırcık saçlı kızın komik oyuncak bebeğiydi. Ağarahim gülümseyerek: “Bu da benim muskam.”, dedi ve deminden beri onukıvrındıran huzursuzluğun biranda kaybolup gittiğini fark etti.Ağarahim teybin ağzındaki kasedi parmağıyla içeri itti.