Elleri mi titredi, başı mı döndü, ne olduysa; taşıdığı çay dolu fincan ansızın elinden yere düştü. Fincanla birlikte yüreği de parlak ve sert döşemeye çarptı, paramparça oldu...
Her zaman olduğu gibi yere serpilen tatlı çaydı...
Koridorun diğer başında, annesinin sinirden yumulmuş gözleri parladı.
Annesinin yüzü asabiyken o kadar korkunç oluyordu ki, insanın yüreğini hoplatıyordu. Annesi bu korkunç yüzüyle her gün onun rüyasına giriyordu. Aynı felaket korkunç suratla, gözlerini kocaman açarak, demir adımlarla fırtına gibi üzerine yürüyordu. O anda, annesinin azametli gölgesi karanlık gece oluyor, her tarafı zulmet kaplıyordu... ve o, annesinin kocaman gölgesinin zifiri karanlığında yapayalnız kalıyordu...dehşetli korkudan yüreği ürperti içinde küçülmüştü, ufalarak zerrecik olmuştu, su damlasına dönüşmüştü. Annesi haşin ve ağır adımlarla onun üzerinden geçiyordu. Ona basarak, onu ezerek zemine yayarak geçiyordu... O ise, yere serpilen binlerce su zerrecikleriyle birilerinden imdat diliyordu.
Ninesi için kalbi sızladı...başını göğsüne eğip, şefkate muhtaç bir kedi gibi kıvrılarak ninesinin koynunda saklanmak istedi. Oraya girseydi, hiç çıkmazdı! Orayı ev edinip derslerini orada hazırlamak, orada yazmak, orada yatıp durmak isterdi...Ninesinin koynu okean(okyanus) gibi geniş ve derindi. Hatta isterse orada bisiklet bile kullana bilir.
Annesi halen daha koridorun öbür ucunda bakışlarını hedefe güdülenmiş bir mermi gibi onu odağına almış öylece bakıyordu. Baktıkça, dişlerini kısıyor, yumruklarını sıkıyor, saçları ise öfkeden adeta diken diken oluyordu...
Kırılan fincan parçacıklarını eteğine toplarken, küçük sivri bir parça onu parmaklarını kanattı.
Annesi hayli zamandır çaresiz bir öfke nöbetinde gibi ağır ağır nefes alarak uzaktan ona bakıyordu, bağırarak sinirini yatıştırmaya kendinde takat bulamıyor gibiydi.
Bir ihtimal, annesi yorulmuştu...veya onun sinirini parmaklarının kanı soğutmuştu...
-Ellerin mi, kurudu?..
Annesinin sesi her zamanki gibi donuk ve sert idi.
Titreyip ayağa kalktı. Kırık parçacıkları eteğinde tutarak, parmak ucunda usulca sürünür gibi adımlarla mutfağa yürüdü. Yürürken, onu hedefine almış ok gibi keskin ve sivri bakışların odağındaydı; arkadan onu hançerliyordu bu bakışlar. Annesi de bu okların aynısını ona kendi odasından fırlatıyordu. Siyah daktilosunu asabi parmak dokunuşlarıyla tıkırdatarak duvar arkasından onu kurşunluyordu. Adeta tuş değil tetik düşürüyordu.
Bir de uykuda iken aynı kurşun bakışların hedefindeydi.
Rüyasında annesi bu siyah daktiloya binip, tank gibi gürleyerek üzerine geliyordu...daktilonun klavyelerini basarak onun vücudunu kurşunla dolduruyor, kevgir gibi delik deşik ediyordu...O da yere düşerek, ölüyordu. Bazen kafasını kaldırıyor, can çekişir gibi yaralı vücuduna bakıyordu. Meğerse, etine saplananların kurşun değil, daktilonun kendisi gibi simsiyah harfleri idi...vücudu tamamen harflerle dolmuştu ve o, kalbi titreyerek harflerle dolmuş vücuduyla sürünerek annesinden saklanıyordu... Sonra; bir de ne görsün? Demin içine girip saklandığı meğer “Ü” harfi imiş...
Eteğindeki şişe parçacıklarını çöp kutusuna silkti. Koridora dikkat kesilerek üzerini temizledi; elbisesine takılmış küçücük cam parçacıklarını teker teker ve sabırla toplayıp lavaboya döktü.
Annesi halen daha koridorda idi. Onun öfkeli nefesi, koridor boyunca yılan gibi kıvrılarak zehirli dalgalarla mutfağa kadar yayılıyordu...
Annesini rüyasında çok korkunç görmüştü bir defasında. Rüyasında, parmak uçlarıyla odaya sokulmuş, arkadan sakince annesine yaklaşmıştı. Annesi; yüzü pencereye, arkası ise kapıya dönük oturmuş olduğundan, onun geldiğini fark etmemişti. Kendisiyle yüz yüze durmasına rağmen, annesi onu fark etmemişti. Annesi ellerini dizlerine koymuş, gözleri pencereden dışarıya bakıyor, başka başka uzak ufuklara odaklanmış öylece oturuyordu. O:
-“Anne!” diyerek seslenmiş, fakat annesi hiç oralı olmamıştı. Neden sonra, eliyle annesinin omuzuna dokundu. Annesi içi boş cansız manken gibi yan üstü yere çarptı ve kendisinin başsız oyuncak bebeği gibi boyluboyunca yere serildi... O an korkudan beti benzi uçtu. Ağlayarak kendisini annesinin üzerine attı. Kolundan tutarak onu yerden kaldırmak istediğinde ise annesinin kolu elinde kaldı; kolu çıkmıştı... Başı yerinden koparak yere yuvarlandı... Derin bir iç yanması ve şaşkınlıktan sonra, kısa sürede kendine gelip, annesinin kol ve bacaklarını toplayarak kendi odasına götürdü. Korkudan nefesi kesiliyordu. El ve ayakları uyuşmuş bir halde, annesinin kol ve bacaklarını her ne kadar yerine takmak istemiş ise de, mümkün olmamıştı... Rüyadan öte, bu tam bir kabustu o geceden kalan.
Annesinin oda kapısı çarptı ve kısa bir süre sonra daktilonun öfke tonlu sesi eve yayıldı.
İçini çekip tabureye oturdu ve “acaba annem, bu kadar uzun bir süredir neler yazıyor?” diye düşündü...
Bir defasında bu durumu öğrenmek için gizli saklı annesinin odasına girmişti, kat kat kağıt tomarlarını karıştırarak onun yazdıklarını okumuştu. Fakat hiçbir şey anlamamıştı.
Annesi serçeler hakında birşeyler yazmıştı...
Muhtemelen, annesi serçeleri çok seviyordu!.. Belki de annesinin bir serçe idi ve kendisi de serçe olmadığından annesi onu sevemiyordu?! Belki, tam tersi annesi onu çok seviyordu?!...Evet, sanki bazen onu gerçekten seviyordu. Özellikle hastalandığı zaman. Ateşi olduğunda daha da çok severdi. Kimi zaman da -devamlı olmasa bile- annesi daktilosuna taraf gitmez, ona bağırmaz, evin ortasında deli gibi koşturmazdı. Efkar dolu bakışlarını bir noktaya dikerek yatağına oturur, kendisine sevecen bir bakış atardı. Bazen de soğuk dudaklarını onun alnına dayardı; fakat dudaklarından sıcaklık duyulmazdı. Demir ütünün işe hazır olup olmadığını veya ipten topladığı çamaşırların nemli olup olmadığını yoklar gibi alnına dokundururdu dudaklarını.
“Şayet ölecek olursam, o zaman annem beni sever” diye düşündü. Sonra ölümünü tahayyül etti...onu tabuta koyuyorlar, annesi tabut üzerinde haykırarak ağlıyor...ağlıyor. Dözlerinden yğmur gibi yaşlar damlıyor.
O denli kendini kaptırmıştı ki bu tahayyüle; adeta vücuduyla onun üzerine çöküyordu annesi...Neredeyse annesinin vücut ağırlığını, sıcaklığını, kokusunu duyuyordu. Şefkate muhtaç oluşunun etksini yansıttığı bu hayalin rahatlığından ve üzerine çöken tatlı rehavetten uykusu geldi...
Bu hali son zamanlar çok tasavvur ederdi.
İyiydi...
Ölümden korkmasa ve bir de, öldükten sonra dirileceğinden emin olsa, hemen oracıkta ölüverirdi. Evet, büyük ihtimal hemen ölüverirdi.
Anne rahmindeki ceninin şeklini alır gibi dizlerini karnına doğru bükerek uzun zaman ölüm konusunu düşündü.
Enteresan olan da şu idi ki, meğerse ölüm-onun daha evvel zannettiği gibi- siyah renkli değilmiş. Sisli bir yaz sabahı gibi, bembeyaz ve soğuk imiş. Öldükten sonra o, katbekat duman içinde ufak bünyesiyle ne yapacağını düşündü; oturacak mıydı, uzanacak mıydı ve ya serçe misali kanat vurarak uçacak mıydı?!..Bunları kesin olarak bilmiyordu. Ayrıca bu nurlu odadan oraya, o sisli, dumanlı yere nasıl varacaktı?! Muhtemelen bir yerleri acıyacak veya nefesi tükenecekti. Belki de el ve ayaklar da dahil, kıyma makinasına benzer acaip bir motordan geçerek en ufak hücrelerine kadar doğranacaktı. Bu çok korkunç olurdu.
Bu düşünceler içerisinde sanki akşamı etmişti...Yoksa odanın işıkları mı zayıflamıştı?!.. Kalkıp parmak uçlarına basarak duvardaki lambayı yaktı... Eğer ölecek olursa annesinin onun için ağlayacağını, hatta deli gibi haykırarak bağıracağını düşündü. Zira; anneannesi öldüğünde, annesinin haykırarak ağladığını görmüştü. Annesi kollarını açarak tabuta sarılmış, bağırmaktan çatallaşmış sesiyle: “Anne...e-e-e!!!...” diye avaz avaza ve hıçkırıklar içinde haykırmıştı...
Sonra annesinin öldüğünü tahayyül etti. Annesi; o solgun yüzü, sürmeli gözleri ve çehresindeki o sinirli mimikleriyle tabuta uzanacaktı . O zaman tabutun yakınında oturup annesinin solmuş yanaklarını istediği kadar okşayacabilecekti. Ne zaman bu hikaye hatrına gelse, bu noktada kendisini tutamaz ve gözleri kendiliğinden dolardı.
Annesi sessiz adımlarla koridordan geçerek mutfağa girdi. Galiba kendisine kahve pişirecekti! Sonra elinde fincanla, odasına geri döndü ve bir daha daktilosunun sesi duyulmadı.
Çok ilginçti. Sanki annesi orada, kendi odasında, bu kadar sessiz ve sakin bir durumda yalnız değildi... Orada saatlerce oturduktan sonra, koridor boyunca efkarlı bir şekilde yanından geçtiğinde, ve hatta onunla karşı karşıya geldiğinde bile o yalnız değildi. Belki bu yüzden bitmeyen zaman dilimlerini ve “adambogan” sakinliği fark etmiyor ve duymuyordu.
Koridora kulak kabartıp dikkat kesildi.
Annesinin odasından süzülen “adamboğan” sakinlik, kaynar su gibi evin her tarafına yayılıyordu. O, “annem bu sakinlikte acaba ne yapıyor” diye düşündü?!.. O, kapısı kapalı odada saatlerce hiçbir şey yapmadan öylesine mi oturuyordu?! Sadece duvarları mı seyrediyordu?!..
Annesi o kapalı odada kesinlikle birilerinden saklanıyordu. Fakat kimden?.. Kendisinden mi, babasından mı?!. Bir defasında annesi babasıyla çılgın bir tartışma esnasında annesi, göz bebekleri yuvalarından fırlarcasına ve yırtıcı tiz bir sesle: “Bırak yakamı!.. İzin verde öleyim!..” dediğini bizzat duymuştu. O zaman, yüzünü yastığa dayayıp da saatlerce ağladığını da hatırlıyordu. Annesi belki de doğru söylüyordu. O gerçekten ölmek istiyor olabilirdi! Bu odaya ölmek için girmişti ve belki de orada kaldıkça ölüyordu?!.
Evet, annesi ölmek istiyordu. Bu durum şüphesiz böyle idi!
Bu ürpertici şüpheden dolayı kalbi ufak ufak atmağa başladı. Peki ama annesi neden ölmek istiyor olabilirdi?
Annesini her gün bir adım daha ölümün kyısına yaklaştıran, günbegün rengini sarartıp solduran, çocuğuna, eşine nefret ettiren, o yazılar olabilir miydi?!..
Zaten babası da nefret ediyordu o lanetli yazılardan. Nitekim babası bir defasında, bir gece vakti ansızın onun odasına yönelmiş, hışımla kapısını açıp:
“Nefret ediyorum senin bu yazılarından!” deyivermişti.!...
Acaba babası neden bu kadar kızgındı ona?..O kadar ki, annesinin kendi yazılarıyla ona kötü bir şeyler yaptığını düşünüyordu. Belki onu bile kurşunluyordu? Odasından, duvarın öte tarafından siyah daktilosuyla onu kurşunladığı gibi. Babası son zamanlar diş ağrısı olan birisi olarak, annesini dikizliyordu. Sonra çaresizlikten o da ateşleniyor, hastalanıyor, inleyerek annesine bakıyordu, “hiç bana acımıyon de mi?”-derdi.
Annesi ona acımıyordu. Hastalandığı zaman bile ona acımıyordu. Hatta bu durumda olduğu için ondan sıkılırdı. Öyle ki, babası ölse bile, annesi ona acımayacaktı. Bir defasında babası:
“Ölsem de, kurtulsam!..” dediği zaman, annesi o bildik donuk suratla:
“Fakat ölmuyorsun?!..” karşılığın vermişti. O zaman anlamıştı ki, annesi babasına asla acımıyordu.
Odanın enteresan sessizliğini bir soğukluk kapladı.
Bir zamanlar aynen böyle bir soğukluk yüzünden kaçarak, annesinin yanına gittiğini, kapıyı azacık açarak odasına parmak uçlarıyla bir gölge gibi süzülüp gördüğü bir manzara karşısında donakaldığını hatırladı: Annesi yazı masasının önünde değil, aynanın karşısında oturmuş, kendi cemalini seyrederek ağlıyordu...
Kulağına yan odadan hıçkırık sesleri geldi...Kalbi ürperdi...
Ayağa kalktı ve yine parmak uçlarına basarak koridora çıktı. Sessizce yürüyerek annesinin odasına vardı, kapısını azıcık açtı. Annesi pencerenin önünde ve elleri belinde bir vaziyette durmuş bir yerlere, taaa uzaklara bakıyordu. Kapı kıcırtısına geri döndü. Demir gibi soğuk ve sert bir sesle:
“Ne olmuş?” dedi.
“Zannettim ağlıyorsun.”
“Ağlamıyorum” dedi annesi, “yeter beni ispiyonladığın.”
Pencerenin önü serçelerle dolmuştu...
Koridora çıktı ve kapısını kapattı. Karşısındaki aynanın önünde durup kendisini şöyle bir baştan aşağıya süzdü.
Annesinin onu her gün bir defacık dahi olsa öpmesi gerektiğini ya da en azından günaşırı öpmesi gerektiğini düşündü. Bütün annelerin çocuklarını öptüğü gibi...
Annesinin kendisini öpmekten nefret duyuyor olabileceğinden endişe duydu. Veya bu sevgi gösterisinden usanmış olabileceğinden... Kaygı duyuyordu annesinin bu hainden.
Tamam, onu öpmekten bıkmış olabilir, ama en azından, yüz yüze konuşsa bari?!.. Annesiyle yüz yüze ancak sabahları otururdu ve yalnız... Muhabbetleri genelde böyle idi:
-Yine yüzün ufalmış.
Bu sözleri annesi diyordu. O da tebessüm ederekten omuzlarını çekerdi.
-Neden yemiyorsun?!..
-İştahım yok.
-Dün derslerinden iyi not aldın mı?..
-Edebiyattan beş aldım.
Duyduğu bu sözlerden annesinin yüz mimikleri asla değişmezdi:
-Bravo!
Sonra annesi aynı yüz hatlarıyla, kendi içine kapanık bir şekilde giyinip işe giderdi.
Akşamları annesi pek asabi oluyordu. Önce elbiselerini çıkarır, bir müddet yatak odasında gözü kapalı uzanırd. Sonra ayakta bir şeyler atıştırıp odasına çekilir ve oradan çıkmazdı. Yine daktilosu çalışmağa başlayarak etrafa kurşun saçardı.
Hayli zamandır annesinin bu halde olduğu aşikar; fakat onu bu hale koyan neydi acaba?..
Küçücük kalbinden ılık su gibi bir şey aktı. Başını kanapenin yastığına yastlayıp nefes aldı. Çok geçmeden siyah daktilo çalışmaya başladı. Annesi artık başka birini kurşunluyordu...
Annesi daktilo arkasında her şeyi unutuyordu. Gözlerinin içi bile farklılaşıyor, saçları kabararak diken diken oluyor, parmakları sivri uçlu bir kaleme dönüyor, yüzü yırtıcı bir kuşun başını andırıyordu. Hayır hayır, bir kuşun değil, dah ada doğrusu, bir aslanın...
Evet, annesi yazdığı zaman aynen aslana benziyordu.
Ayağa kalktı pencerenin önüne geldi. Akşamdı... Neden sonra sonra annesi onun odasının kapısını açarak robot gibi monoton bir sesle:
“Uyuma vakti” diyecek ve kapısını kapatıp kaybolacaktı. Ve o, yarı karanlık odada, boz timsahı andıran rahatsız kanapede oraya buraya çırpınarak gözleri tavana dikili bir vaziyette uykusunu bekleyecekti. Uyku ise annesiyle birlikte gelecekti...annesiyle birlikte giden uyku!..
Annesi bazen sevecen olabiliyordu...Yazı makinasının yerine dikiş makinasını çalıştırarak ona bir taraftan pembe, turuncu elbiseler yapardı... Sonra elbiseleri ona giydirip onu kucağına oturtur, saçlarını okşardı...okşadıkça da, saçları dökülmeye başlardı... Saçları annesinin dizlerine ve hatta yere dökülürdü, bazen de annesinin avuçlarında kalırdı...Bu olaydan onun morali bozulmaz, aksine, hoş bir rahatlık duyardı; uykusu gelirdi...
Kapı gıcırtıyla açıldı. Koridorun işıkları biraz daha içeri düştü.
Gelen annesi idi. Önce başını, sonra vücudunu içeri sokarak sessiz adımlarla ona yaklaştı; başının üzerinde durup yukarıdan aşağıya yüzüne nazar etti...
Kalbi korku içinde atsa bile, gözlerini açmaya cesaret edemedi.
Annesi bir müddet öylece kalarak bir şeyler olmasını bekledi, sonra eğilerek onun kulağına:
-Yine ispiyonluyor musun beni?.. diye fısıldadı.
Korktuğu için gözleri kapalı olarak “hayır” anlamında başını salladı. O zaman annesinin demir gibi soğuk elleri onun ağız ve burnunu kapattı...öyle bir kapattı ki, havasızlıktan boğulacak oldu. Aniden yerinden fırladı...
Uykuya dalmıştı...Üşüdü, kollarını koynuna sokarak büzüştü.
Aniden aklına gelen fikirden içi hopladı...Kanepeden sıçrayarak kendinı koridora attı, annesinin odasının kapısını aralayarak içeriye gözattı...
Annesi deli gibi yine bir şeyler yazıyordu...
Aheste adımlarla içeriye süzülerek annesinin karşısında durdu.
Annesi elini kaldırarak, gözlüğünü saçlarına geçirdi. Solgun bakışlarla yüzüne baktı;
-Ne oluyor?..
-“Galiba hastalanmışım” dedi; sonra kollarını koynuna sokup deminki gibi “üşüdü”.
Annesi öfkeli bir şekilde derinden nefes alarak elini onun alnına koydu;
-“Ateşin yok” diyerek, bıkkın bir suratla ona baktı:
-Ölçeyim mi?..
-Gerekmez.
-O zaman bu demek demek oluyor ki, yükselecek.
-“Hele bir yükselsin, bakarız!..”dedi dişlerini gıcırdatarak, annesi.
Başını öne eğerek kapıya doğru yöneldi. Kapı eşiğine vardığında geriye dönüp:
-“Pek iyi değilim.” dedi. “Üşüyorum, midem bulanıyor”.
-“Limon ye; sıcak giyin” diye mırıldandı annesi. Daha da doğrusu, homurdandı.
Odadan çıkıp kapıyı kapattı. Minik yumruklarını sıkıp düğümledi.Sonra odasına dönüp penceresini tamamen açtı. Pencerenin önü serçelerle dolu olduğundan, kapanan pencerenin sesiyle “pırr”diye kanat çırpıp uçuştular.
Yaz mevsimi gelmiş olmasına rağmen, halen daha kış havası vardı.
Üzerindeki ince giysiden dolayı soğuktan titriyordu. Rüzgar da saçlarını dağıtmıştı. Bir müddet bu hal üzere pencere önünde durdu...
Rüzgarın iliklerine işlediğini hissettiği zaman “hastalanayım!” diye düşündü...O kadarki, ateş ölçerin civası şişesini kırıp da fevvare vursun!..
Kendisini aşağıya mı atsa acaba?!..Sonra bunu tasavvur etti: Pencerenin parmaklıklarına tırmanarak kendini aşağıya atıyor; saçları ve elbisesinin etekleri uçuşup baş aşağı düşüyordu...O zaman annesi aşağıdan kopan feryat sesine ayakları birbirine dolanarak, bağıra bağıra, ağlaya ağlaya, koşarak geliyordu...
İçi burkuldu. Gözleri doldu. Sonra, “belki de annem hiç gelmeyecek!..” diye düşündü. Daktilodan başını bir an için kaldırıp aşağıya doğru bakacak; derin bir nefes alarak bıkkın bir halle pencereyi kapatacak; gözlüğünü yerine takacak ve yine yazmaya devam edecekti!?..
Parmak uçlarına kalkarak aşağıya baktı... Başı öyle bir döndü ki, ayakları kaydı, az kalsın havada süzülüp başı üzerine aşağı düşecekti... Parmaklıklara yapışarak kendini zar zor tuttu, pencereyi kapattı. Ödü kopmuştu adeta!.. Daha sonra yerine döndü ve kanepenin bir köşesine kıvrılarak büzüldü.
Pencerenin önü serçelerle dolmuştu... Serçeler her sabah, annesinin pencere kenarına silkelediği ekmek kırıntılarına geliyorlardı. Ekmekleri gagalayıp, başlarını mutlu bir şekilde, bir zakir gibi bir o tarafa bir bu tarafa sallıyorlardı. Birbirlerinin üzerinden atlayarak, sanki enzeli oynuyorlardı. Ara sıra şişenin diğer tarafından nokta kadarcık gözleri sessizce kendisine dikiliyor, sanki sinsi bir hile için ona gülüyorlardı.
Her sabah, annesi yatağından kalkarkalkmaz uykulu bir halle doğruca mutfağa gider, bir parça ekmek alıp pencere parmaklığının kenarına serperdi. Kendisi de başını şişlere dayayıp serçelerin ekmek kırıntılarını gagalamalarına bakardı.
Serçelerin tiz sesleri annesinin daktilo tıngırtılarına karışmıştı…
Göğsü daraldı; adeta nefesi kesiliyordu... Ayağa kalktı. Bir avcı gibi, sakin adımlarla pencereye yaklaştı, pencerenin kolunu itinayla çevirdi ve pencerenin bir kanadını açtı...
Serçeler çok yakında idiler... Onu takmıyorlardı bile, cik cik yaparak sevinçle hopluyorlardı.
Avcı boş değildi. Serçelerden biri, sonunda geçmişti eline.
Serçenin sıcak ve yumuşak vücudu avucunun içini gıdıkladı. Nohut büyüklüğündeki başı oyuncak gibi, o tarafa bu tarafa dönüyordu. Bir anda onun ufak, sürmeli gözlerini gördü; serçe sanki ona gülüyordu...
Vücudu boyunca kapkara bir zehir gibi dolaşan öfke süzülüp serçeyi tutan avucunda toplandı... Avucu öyle bir sıkıldı ki, kuşun ufak başı cansız bir şekilde geriye yaslandı.
Serçenin ölüsünü avucunun içinde o yana bu yana çevirerek bakıyordu.
Serçenin deminki tebessümü halen yüzündeydi. Bu yüzden kuşun başını iki parmağıyla tutarak anahtarı çevirir gibi çevirip kökünden kopardı. Götürüp mutfaktaki çöp kutusuna attı.
Odasına dönerken dizlerinin titrediğini hissetti. Kanepeye oturup ellerine baktı. Elleri de titriyordu.
Biraz sonra babası geldi; morali de bozuktu. Bir de galiba sarhoştu. Tüylü yüzüyle yanağından öperek sanki bir hatıraya sarıldı, sonra da her zamanki yerine, televizyonun karşısında duran karyolaya oturdu.
Babasının yanına oturdu, başını onun göğsüne dayadı. Babasının gömleği nemli gibiydi.
-“Ev bayağı soğuk”dedi babası, sonra onun başını öptü.
Babası ter kokuyordu...
Sabah erkenden daktilonun tıkırtısı kesilmişti. Televizyonun da sesi duyulmuyordu. Sanki evde kimse yoktu.
Yerinden kalkıp ayakkabılarını giydi, gerinerek koridora çıktı. Annesinin odasının kapısını açık bulunca hayret etti, içeriye şöyle bir göz attı.
Oda sanki değişmişti. Daktilo sanki yok olmuştu. Daktilonın altındaki yazı masasının da yeri değişmiş, gereksiz bir eşya gibi bir kenara itilmişti. Annesinin saatlerce yüzünü seyre daldığı ayna da yok olmuştu. Genellikle annesine ait olan şeyler sanki hiç var olmamıştı. Annesinin karyolası odanın ortasında idi ve orada şimdi artık babası oturmuştu. Tüylü yüzünü kapatarak sigara içiyordu, onun gelişini duyup doğruldu. O an babasının gözlerinin kıpkırmızı olduğunu gördü.
-O nereye gitti?..
Babası omuzlarını çekerek mutsuz bir şekilde ona baktı:
-Bilmiyorum, dedi; sonra baba ve kız kucaklaşıp bir müddet öylece dertli dertli sarıldılar.
Pencerenin önü sakindi; serçelerin sesleri duyulmuyordu...
Dönüp pencereye baktı. Gözleri uzaklara daldı...annesinin nereye gittiğini anladı. Gözleri doldu...
Annesi serçelerle uçuvermişti...
Yazar: Afak Mesut
Çeviri: Senan Nağı